Çeviklik her gün biraz daha konuşulur oldukça, bu konuyu daha fazla araştırmaya, yol arkadaşlığı yaptığımız şirketlerde gözlemler yapmaya, anlayışımı derinleştirmeye çalışıyorum. “Agile” manifestodaki sadeliği ve derinliği seviyorum. Özellikle ilk maddesini: “İnsanlara ve etkileşimlere, süreçlerden ve araçlardan daha fazla değer veririz.” Çevik olmaya niyetlenen kurumlarda zihniyet gerçekten bu yönde değişiyor mu diye anlama çabasındayım. Ama hafta sonunun da gelmesiyle bu konuya biraz ara verip başka şeylerle ilgilenmek istedim. Fakat dünyaya belirli bir açıdan bakmaya başlayınca, farklı gibi görünen konular dönüp dolaşıp aynı yere bağlanıyor.
Dün akşam ilk önce beyin ve sinir cerrahı Prof. Dr. Türker Kılıç’ın zihnimde yeni pencereler açan bir konuşmasını izledim. Bilim ve kültürde insanlığın yeni bir sıçramanın eşiğinde olduğunu anlatıyordu. Bilimde tümdengelim ve tümevarım yaklaşımlarından sonra yeni metodoloji “Bağlantısal Bütünsellik” olacaktı. Evrendeki galaksilerden tutun beynimizdeki milyarlarca nöronun titreşimlerine kadar, kaotik gibi görünen her sistemde parçalar birbirleri ile bağlantılı ve etkileşimin halindeydi. Bilgi işleyen her sistem etkileşimden kaynaklanan bir zeka üretiyordu. Yüzyıllardır “Neden – Sonuç” ilişkileri bulmak üzere eğitilmiş zihinlerimizin karmaşık ve değişken sistemlere daha bütünsel bakmasının zamanı gelmişti. Bugün ulaştığımız teknoloji düzeyi ve büyük verileri işleme kapasitemiz de buna yardımcı olabilecekti. Üstelik sosyal sistemler de aynı şekilde işliyordu.
Anlatılanlar bizim takımlarla çalışırken sık sık kullandığımız ifadelere çok benziyordu: Sağlıklı bir etkileşim her sosyal sistemde kolektif bir bilgeliği ortaya çıkarır… Etkileşim azaldıkça ortak akıl paslanır…
Bilimsel gelişmeler beni büyülüyor ama hızına yetişmek, yeni kavramları anlayabilmek çok zaman ve çok çaba gerektiriyor. Türker hocanın videosu zihnimde birçok nöronu titreştirse de daha fazlasını anlamaya ihtiyaç duydum. Biraz ara verip, kısa notlar alıp, daha az fosfor tüketeceğim başka bir uğraşa yönelmeye karar verdim. Çok sevdiğim halde bu sene ihmal ettiğim bir şeyi yaptım ve televizyonu açıp Fenerbahçe – Panathinaikos basket maçını izledim. Fener çok iyi oynadı. Maç boyunca bir taraftan şahane savunmaları, blokları, smaçları izlerken bir taraftan da parçaların bağlantısal bütünlüğünü düşünürken buldum kendimi. Ben şimdilik defteri kapattığımı zannetsem de, anlaşılan nöronlar arkada bir yerde oynaşmaya devam ediyordu. Oyuncular, koç, rakip takım oyuncuları, hatta bir avuç izleyici… Hepsi birbirleri ile etkileşim halindeydi ve oyunun dinamikleri maç boyunca değişiyordu. Örneğin sahaya çıkan beşliden biri değişince takımdaki diğer oyuncuların performansı da etkileniyordu. Aynı kişiler maçın farklı bölümlerinde sanki farklı bir takım gibi olabiliyorlardı. Bazen yıldız bir oyuncu biraz kişisel oynayıp skoru ileri taşıyordu ama devamında takımın dengesi bozulabiliyordu. Bir oyuncu bazı oyuncularla birlikte iken parlıyor, diğerleri ile yan yana olunca sönebiliyordu. Karşı takımın duruşuna göre bir beşli bazen uçuşa geçiyor, bazen yerlerde sürünüyordu. Yani basketbol maçı VUCA’nın ta kendisiydi. Koçlar sürekli “Şu anda sistemde neye ihtiyaç var?” sorusuyla sahada olup biteni anlamaya çalışıyor, sık sık yeni kararlar alıyorlardı. Rüzgar sürekli farklı yönlerden esebiliyordu ve koçlar çevik olmalıydılar. Manifestoda yazdığı gibi, bir planı takip etmekten çok, ortaya çıkan yeni koşullara yanıt vermeleri gerekiyordu.
Çeviklik üzerine düşünceler, Türker Hoca’nın videosu ve Fener’in maçı birbirinden ayrı konular gibi dursa da zihnimde hepsi birbirine dokunup bir arada dönmeye başlamışlardı. Maçın sonuna doğru bağlantısal bir bütünsellik oluştu galiba ve bu yazıyı yazmaya niyetlendim.
En iyi kişileri seçme çabalarına, liderlik eğitimlerine, hedeflere, performans sistemlerine, en bağlı çalışanı yaratmak için verilen uğraşlara ve parmak uçlarımızdaki kaynak ve örnek bolluğuna rağmen neden bir çok şirkette işler tam da istenildiği gibi yürümüyor? Son zamanlarda bu soruyu daha sık sorar oldum. Parçaların birbirleri ile etkileşimini ve bütünselliği kavramaya çalışmadan, sadece parçalar arasındaki “Neden-Sonuç” ilişkilerine odaklanmak üzerine eğitilmiş zihinlerimizin, biraz klişe olacak ama büyük resmi görmekte ve sistemlerin potansiyelini açığa çıkarmakta yetersiz kaldığına dair bir öngörüm var. Çalışanlarından şikayetçi CEO’lar, diğer bölümlerden şikayetçi yöneticiler, kurum kültüründen şikayetçi çalışanlar, yönetimden şikayetçi vatandaşlar, vatandaşından şikayetçi hükümetler, okumuşlardan şikayetçi okuyamamışlar, okuyamamışlardan şikayetçi çok okumuşlar… Liste böyle uzayıp gider ama aslında hepimiz nöronlar gibi birbirine bağlı sosyal ve kültürel ağların bir parçasıyız. Böyle bir bakış açısından yola çıkınca, aynı basket koçlarının yaptığı gibi, sürekli “Şu anda sistemde neye ihtiyaç var?” diye soran bir liderlik anlayışına ve “Bağlantılı olduğum sistemler benden ne bekliyor?” diye düşünen zihinlere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Peki liderlerin daha bütünsel bakabilmesi ve bağlantıları daha iyi kavrayabilmesi için neye gerek var? Ya da daha ileri gidersek, ille de kavramalarına gerek var mı? Çevik dünyadaki otonom ya da “Self organized” takım ne demek? Sağlıklı bir etkileşim içindeki takımların bir akıl üretebileceğine inanmak değil mi? Buna inanmayan liderlerin takımları, kurumları, ülkeleri çevik olabilir mi? Oysa çok değerli bir bilim insanı “Bilgi işleyen her sistemin bir zeka ürettiğini biliyoruz” diyor…
Düşünceler yeni düşünceleri ve soruları tetikliyor. Devamı da sonraki yazılara kalsın…