Sizin kurumunuz tarihin hangi döneminde yaşıyor? Önceki yazıyı bu soruyla bırakmıştık. Değişim gündemleri çok yoğun ve bu soruya yanıt aramak bugünlerde daha da önemli.
Anlamlı bir gelecek hayali ve bizi oraya götürecek bir hikaye kurgulamak değişimin olmazsa olmazı. Bugünkü dünyanın dinamikleri neler? Nerede olmalıyız? Buna benzer sorular hikayeyi kurgulamak için çok gerekli. Ancak şu anda nerede olduğumuzu anlamadan çıkılacak bir yolculuk çok zahmetli ve sıkıcı olabilir. Bulunduğumuz ve olmak istediğimiz yerleri netleştirerek yaratıcı bir gerginlik yaratmanın değerine inanıyorum. Kişisel ve kolektif dirençlerin nerelerde ortaya çıkabileceğini fark etmek değişimi kolaylaştıracak en önemli unsurlardan biri.
Tarihin hangi döneminde yaşadığımız sorusunun yanıtını kurumlarımızı buz dağlarına benzeterek arayabiliriz. Daha kolay olanı suyun üzerine olanları incelemek. Örneğin organize olma biçimlerine bakabiliriz. İletişim mekanizmalarına, terfi sistemlerine, statü sembollerine, liderlik tarzlarına bakabiliriz. Ancak bir kurumdaki işleyişi daha çok görünmeyen ama varlığını hissettiğimiz dinamikler belirliyor, yani kurum kültürü. Kültürü ben şöyle anlatmayı seviyorum: Kültür bir sosyal grubun hayatta kalmaya ve başarmaya dair hikayelerinin, varsayımlarının, inançlarının toplamıdır. “İnsan nedir? Şirket nedir? Ekonomi nedir ve neden vardır? Organizasyon neye benzer? Lider nasıl olmalıdır?” gibi çok temel soruların yanıtlarına dair kişisel ve kolektif bellek kartlarımıza gömülmüş algoritmalar topluluğudur. Farkında bile olmadan günlük kararlarımıza yön verir. Suyun üzerini şekillendirir.
Bu noktada birkaç yıl önce yaşadığım bir anı paylaşmak isterim: Bir liderlik eğitiminin sonundaydık. Genç bir yönetici bana “Büyük bir kurumda liderlik deneyiminiz var. En çok hangi sözcükleri kullanırdınız?” diye sordu. Son zamanlarda daha sık kullandığım iki kısa cümleden bahsettim: Birisi “Bilmiyorum”, diğeri “Anlamadım”! Bu yanıtlar genç arkadaşın içine pek sinmemiş gibiydi. Ben herkesin inisiyatif alması gerektiğine, hatalardan öğrenip geliştiğimize inanıyordum. Bu nedenle bazen bilsem bile “Bilmiyorum” demeyi tercih ettiğimi anlattım. “Anlamadım” ise bana göre samimiyetin ve öğrenme arzumun bir göstergesiydi. Genç arkadaş “Olmaz” dedi. “Bence bir yönetici bilmiyorum dememeli!” Ayrıca, bir liderin “Anlamadım” demesi de sakıncalıydı ona göre. Kimin haklı olduğu tartışmasına girmedik, herkes kısmen haklıydı. Kişisel işletim sistemlerimizin farklı çalıştığı ortadaydı. Ona göre yönetici “Güç ve Otorite” demekti. “Bilmiyorum ve Anlamadım” demek gücün ve itibarın kaybıyla sonuçlanırdı. Bana göre yönetici herkesin gelişmesine ortam sağlayan bir rol modeldi. Gücünü tevazudan alırdı. Nasıl bir iklimde olduğumuza göre, bu ikisinin de, başka seçeneklerin de yeri olabileceğini anlattım. Örneğin, sürekli yenilik ve inovasyon yapan bir kurum olma derdindeysek, “Yöneticinin her şeyi bilmesi ve anlaması gerekir” paradigması sistemi kısırlaştırabilirdi. Ama her gün, her ay, her yıl süreçleri aynı şekilde işleten bir “İstikrar” dünyası yaratmaksa amacımız, yeni fikirlere ve inisiyatife çok da ihtiyaç olmayacaktı. Hiyerarşi ve deneyim yeter de artardı…
Kurumların trend olan kültürel uygulamaları “Bizde de olsun” diye körü körüne takip etmeleri yerine, hem mevcut kültürlerinin inceliklerini hem de hayal ettikleri geleceğin nasıl bir kültür gerektirdiğini bir arada kavramasını ve bilinçli seçimler yapmasını önemsiyorum. Yoksa maliyeti yüksek bir enerji kaybı olabilir. Bunun için de dalgıç kıyafetlerini kuşanıp buz dağının altında da çalışmak değişim yolculuklarında asla ihmal edilmemesi gereken bir konu. Sadece suyun üzerine odaklanan girişimler söz konusu olduğunda, o çok bilindik cümleyi kullanacağım, maalesef kültür stratejiyi kahvaltıda yiyor.
Peki suyun altına nasıl bakabiliriz? Kültürümüzün tarihin hangi döneminden izler taşıdığını, otomatik pilotumuzun hangi varsayımlarla çalışmakta olduğunu nasıl anlayabiliriz? Önce organize olma biçimlerinin binlerce yıl içinde nasıl bir serüven izlediğine kısaca bir göz atalım mı?
Tarih boyunca ekonomik faaliyet karmaşıklaştıkça daha kapsamlı iş birliklerine ihtiyaç duymuşuz. Çok eskilere gidersek “Güç ve Otorite” yapılarıyla karşılaşıyoruz. Emreden bir otorite ve emirleri uygulayanlardan oluşan bir topluluk… Büyük su uygarlıklarıyla birlikte tarımsal üretimin patlaması ve geniş alanları kontrol etme gereği güç figürünün yanına hiyerarşiyi eklemiş. Planlayanlarla yapanların ayrılması, emrin yazılı talimatlarla ulaştırılması, süreç, ölçme, kayıt tutma gibi kavramlar bu zamanların bize mirası. Temel değer istikrar… Sanayi devrimi hiyerarşiyi almış, artan çeşitlilik ve karmaşıklığı yönetebilmek için uzmanlık alanlarını çoğaltmış. Yeni değer büyümek! Uzmanlık ihtiyacının artması yeteneği öne çıkarmış. Kimlerden olduğun değil, hangi yetkinliklere sahip olduğun yükselmede belirleyici olmaya başlamış. Büyüme ulusal sınırları aşınca organizasyonlar matrise dönmüş. Yükselen değer performans… Hedef tutturmak takıntılı bir hal alıp dengeleri bozmaya başlayınca katılımcı, hümanist, çevreci yapılar ortaya çıkmaya başlamış. Bu sefer de kimseyi dışarıda bırakmayalım derken sistemler ağırlaşmış. Oysa teknoloji dörtnala gidiyor. Siz toplantı yapana kadar dünya değişebiliyor. Bu dönemde ise hızlı, çevik ve sosyal faydayı da gözeten bir organizma olmanın arayışlarını görüyoruz.
Bir ağaç gövdesinde yılların izini taşıyan iç içe geçmiş halkalar vardır ya, sanırım bizim beynimiz de böyle! Bugün her kurumda geçmişin tüm halkalarını bir arada bulmak mümkün. Otorite figürleri, yazılı talimatlar, tanımlı süreçler, hedef tutturma histerileri, insana yatırım çabaları, çevikleşme projeleri… Bu kültürel karmaşa değişim süreçlerinde ister istemez birçok sürtünmeye yol açıyor. Kişisel ve kolektif otomatik pilotlarda hangi halkalar ağır basıyor? Ne işimize yarar, ne bize takoz olur? Dalgıç olup suyun altında araştıracağımız bunlar olmalı. Nasıl mı? O da bir sonraki yazıya…